19 Ocak 2011 Çarşamba

Vefat: Prof. Dr. Hasan Ünal Nalbantoğlu

ODTÜ Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hasan Ünal Nalbantoğlu 19 Ocak 2011 tarihinde vefat etmiştir. Sosyologlar ve entelektüel dünya için çok büyük bir kayıptır.. toprağı bol olsun..


***

Çok yönlü bir entelektüel: Ünal Nalbantoğlu


Orta Doğu Teknik Üniversitesi sosyoloji bölümü öğretim üyesi Hasan Ünal Nalbantoğlu, 19 Ocak Çarşamba günü aramızdan ayrıldı. Nalbantoğlu'nun kaybı ile ülkemiz değerli bir bilim insanını, çok yönlü bir entelektüelini yitirdi.

Hasan Ünal Nalbantoğlu 1947 yılında Ankara’da doğdu. Üniversite eğitimini sırasıyla Orta Doğu Teknik Üniversitesi (Lisans, 1968), Londra Üniversitesi (Yüksek Lisans, 1972) ve Hacettepe Üniversitesi’nde (Doktora, 1972) tamamladı. Daha sonra Hacettepe Üniversitesi (1968-1980) ve Durham Üniversitesi’nde (1975-76) çalıştı. 1980’de Orta Doğu Teknik Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’ne döndü. 1983-1990 yılları arasında California Berkeley Üniversitesi Sosyoloji ve Şehir Bölge Planlama Bölümlerinde ve ayrıca, Sanayi Toplumlarının Politik Ekonomisi Programı’nda dersler verdi ve araştırmalar yaptı.

Yakın zamana kadar Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Fen ve Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalışan Hasan Ünal Nalbantoğlu 2010 yılında emekli oldu. Akademik çalışma hayatı boyunca şehir sosyolojisi, Osmanlı ekonomi tarihi, bilgi sosyolojisi ve sanat sosyolojisi alanlarında çeşitli makaleleri yayınlandı. Son yıllarda modernitenin krizi ve enformasyon çağının gelişiyle Batı metafiziğinin sorgulanması gibi konular üzerine yoğunlaştı.

Öğrencilerinin hazırladığı Patikalar: Martin Heidegger ve Modern Çağ (1997) başlıklı derlemeye "Patikalar ve Otobanlar" makalesiyle katkıda bulundu. Çizginin Ötesi (2000) adlı derlemesinde ise modern üniversite ve onun disipliner sınırlarını sorunsallaştırdı. Son kitabı, Arayışlar: Bilim, Üniversite, Kültür’de (2009) de daha önce yayınlanmış makalelerinin büyük bölümüne yer verdi. Prof. Dr. Nalbantoğlu son dönem makalelerinde ‘yaratıcısı olmayan sanat’, ‘çağdaş mimarlık mesleği ve Türkiye'deki söylemsel pratikleri’, ‘mimarlık, sosyoloji ve ötesi’ üzerinde durmuş, en son makalelerini ise ‘sıkıntı’, ‘Angst’ ve ‘ahlaki reçeteler' sunmanın muhtemel boşunalığına ayırmıştı.

Emekli olduktan sonra da Sosyoloji Bölümü ile bağlarını koparmayan Hasan Ünal Nalbantoğlu, çeşitli seminerler vererek öğrencileri ve arkadaşlarıyla bir araya gelmeye devam etti.

Hasan Ünal Nalbantoğlu, 20 Ocak Perşembe sabahı ODTÜ Mimarlık Anfisi’nde gerçekleştirilen tören ve Kocatepe Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından alkışlarla Çankırı Şabanözü’ne uğurlandı. Şabanözü’nde ailesi, dostları ve öğrencileri tarafından annesinin yanına defnedildi.




---

Ünal Hoca’nın Can Hânesi

Emrah Göker



ODTÜ Sosyoloji Bölümü’nden hocamız Prof. Dr. Hasan Ünal Nalbantoğlu’nu 19 Ocak’ta kaybettik. 2007’de Ulus Baker’in terk-i diyârından sonra, bir de bu vefatla, bizim eski ocağın artık hiç tadı-tuzu kalmadı.


Yıllar önce yatay geçiş sonrası âlelacele bitirdiğim bölümümde onun derslerini “ağır gelir” diye hiç almamış, sürekli övülmesinden kıllanıp (“ne kaçırıyorum?”) Defter’deki yazılarını yarım yamalak felsefe ve sosyoloji kavrayışımla anlamaya çalışmıştım. Bizim zanaâtin ruhunu daha iyi kapar gibi olduğum, doğru dürüst merak ve dertler edinmeye başladığım sonraki yıllarda, tartıştığı meseleleri gönlüme çekebildikçe, bende kalıcı bir Ünal Hoca hayreti peydâh oldu. Yaygın anlamıyla “hayranlık” demiyorum. Üstad bir yazısında Eflâtun’un Theaitetos diyaloğundan bir pasaj hatırlatır. Eflâtun burada, Theaitetos’u şöyle konuşturur: “Bu şeylerin mânâsını düşündükçe hayretten [thaûma] kendimi kurtaramıyorum, onlara bakarken bazı bazı, doğrusu, başımın döndüğü oluyor.” Sokrates buna şöyle cevap verir: “Çünkü feylesofu başkalarından ayıran vasıf da, işte bu duygudur, bu hayrettir.”

Ünal Hoca’nın yazılarında ördüğü meselelerin zaman içinde bende uyandırdığı hayretli heyecanın benim için değeri, bahsi geçen vasfın hakkını verip verememekle ilgili. Hissettiğim heyecanın, onun sık sık “haysiyetli bilim insanının sahip olması gereken şey” diye bahsettiği, aynı zamanda bir tür sorumluluk olarak da kurduğu, kendi can hânesine kuvvetle yerleştirdiği yatkınlığa dönüşmesi için gayret ettim. Böyle bir gayret edinmeyi Ünal Hoca’ya borçluyum.

Açıkçası, son iki haftadır bu köşede üniversitelerin durumu ve akademisyenlerin mâruz kaldığı karakter çürümesinden bahsederken, lafı bir şekilde sahtelik içinde yaşayan yuppie akademisyenlere getirmeyi istiyordum. İki haftadır dönüp durup onun Arayışlar (2009, İletişim) başlığıyla derlenen kitabındaki akademik dünya incelemelerini okuyordum. Üniversitenin anonim şirketleştiği çağımızda ortaya çıkan bir sosyal tip olarak önerdiği ersatz-yuppie (hem çakma, kolpa, hem de yeni orta sınıfın dekadansına gömülü) akademisyen hakkındaki analizinin sosyal bilimlerin güncel hâllerini açıklayabilmek için nasıl kullanılabileceğini düşünüyordum.

Şunu, boğazım düğümlenerek, iliştirmem gerekiyor: Uzun bir süredir kanser illetiyle yaşamak zorunda kalan hocamın vefâtının kederi, bir şey yazmam lazım diye klavye başına oturunca, üstüme daha bir fena çöktü. 20 Ocak’ta aslında onun için değil, biz geride kalanların yas ihtiyaçları için düzenlenen âyinlere katılmak içimden gelmedi. Paul de Man’ın ölümünden sonra Jacques Derrida’nın yazdıklarını anımsadım: “Konuşmak imkânsız”, diyordu, “ama sessiz kalmak veya ortadan kaybolmak veya üzüntümüzü paylaşmayı reddetmek de öyle.” Kolektif âyinlere katılsak da katılmasak da, kamu önünde yas tutmanın, düşüncede dost bildiğimiz önemli bir öğreticinin ölümü hakkında yazmanın, bencil bir tarafı var: Benim üzüntüm, ben şöyle tanıdım, bana etkisi şu oldu…

Eğer yas, dost öldükten sonra dostluğun bir devamıysa, dostluğu sürdürmenin tamamen bencil olmayan, dayanışmacı bir yolu da olmalı. Yas tutma işini, Ünal Hoca’nın bizde bıraktığı imajları, bize öğrettiklerini, yürüdüğü patikaları kullanarak yapmak – şu “hayret” dediğimiz duygulanımı onun hayâletiyle canlı tutmak diyebilir miyiz?

Ünal Hoca mecâli kalmayana dek fikirlerle yaşadı. 1997’de, kendi sorumluluk etiğimizi kurmaya çalışmamızı, “tekinsizliğin sürekli kol gezdiği yeryüzünde” yuvayı geçmişte beyhude aramak yerine, benliğimizde yeniden üretmeye çalışmamızı salık vermişti. Buna girişemeyecek kadar yılmış, ruhsuz, gönülsüz olanlara “eh, geçmiş olsun” demeyi Danko, Helm ve Robertson’ın kinik “Life is a Carnival” (“Hayat Bir Karnavaldır”) şarkısıyla seçmişti.

Bunun kadar poetik değil ama, hocamızın arkasından ortamı biraz şenlendirmek için, aynı isimli “La Vida es un Carnaval”i çalsak ya biz de:

Oh, ağlamaya lüzum yok / Hayat bir karnaval / Onu şarkı söyleyerek yaşamalı /
Oh, ağlamaya lüzum yok / Hayat bir karnaval / Şarkı söyle ve dertlerinden kurtul

Hiç yorum yok: